" [K]ate[K]o "

UZAY BİLİM ve UFO SİTESİ

Tarihte Ufolar

MAYA TAKVİMİ

Mayalar’ın astronomi alanındaki başarıları söz konusu olunca akla gelen ilk örnek ünlü Maya Takvimi’dir. Mayaların astronomi alanındaki başarılarını ve bilgilerini ispatlayan bu ünlü Maya Takvimidir. Bu takvim Dünya ve Venüs’le ilgilidir. Maya rahipleri ince ve kusursuz hesaplara dayanan bu takvim sayesinde Venüs gezegenindeki bir yıllık süreyi ve Dünyamızdaki yıl için vardıkları gün sayısı ise 365,2420 idi. Bu gün kabul edilen gün sayısı 365,2422’dir. Maya astronomlarının bir çalışması da Ay takvimini çıkarmış olmalarıydı.

 

MAYA Gözlemevi: Kendi çağlarında yapmış oldukları gözlemevleri 18.yüzyıldaki Paris gözlemevlerinden daha mükemmeldi.

 

Dünyayı ve Venüs gezegenini ilgilendiren esrarengiz bir takvimdir bu. İnce ve eksiksiz hesaplara dayanan bu takvim sayesinde Maya rahipleri, Venüs’teki yıl süresini 584 gün olarak hesaplamıştır, bununla da yetinmeyip Ay’ın takvimini de çıkarmışlardır. Gerçekten de kusursuz… Mayalar aynı zamanda “0”(sıfır)’ı ilk keşfedip kullananlardır.

Mayalar zamanı 7200 günlükten başlayıp 64 milyon yıla kadar ulaşan devrelere ayırmışlardı. Elbette bu sayı bolluğu dini ve bilimsel bir önem ve değer taşıyordu; gezegenlerden tapınakların inşasına kadar, takvim her şeyin ölçüsü sayılıyordu. Her tapınağın inşası, yapılacağı yerin seçiminden binanın yüksekliğine kadar takvimin incelenmesinden elde edilen sonuçlara göre, belirli bir yerde yapılıyordu.

Mayalar Uranüs ve Neptün’ün varlığını nereden biliyorlardı? Venüs, Uranüs, Neptün gibi gezegenleri ölçen bir takvim acaba neden dini binaların inşaatını yönetiyordu? Astronomi neden bir ölçü sayılıyordu? Ya da başka bir deyişle, Maya toplumuyla uzay arasında ne gibi bir bağlantı vardı?

Bugün Çiçen Itza, Tikan, Copan ve Palenque’deki bütün inşaatların bu akıl almaz takvime bağlı olarak yapıldıkları ispatlanmıştır. Mayalar piramitleri ihtiyaçları olduğu için yapmamışlardı; tapınakları ihtiyaçları olduğu için kurmamışlardı. Bütün bu görkemli binalar, takvim her elli iki yılda, belirli sayıda basamaklar yapılmasını emrettiği için yapılmışlardı. Yani her taş takvimle bağıntılıydı ve bitirilen her bina belirli astronomik gereklere kesinlikle uyuyordu.

Mayaların el yazmalarından çok az şey kalmıştır. İspanyol istilası sırasında Piskopos Diego de Landa’nın yazdığı “Yukatan Olayları Raporu” adlı kitapta Mayalar’ın kendilerini, doğudan gelen, denizin dibinde kaybolan esrarengiz bir ülkeden kaçan Tanrısal bir ırkın torunları saydıklarını öğreniyoruz. Aynı şekilde büyük saygı gösterdikleri Uçan Yılan Kukulkan da doğudan gelen, yeryüzündeki işini bitirdikten sonra uçan bir gemiyle yıldızlara dönen, Venüs gezegeninin simgesi kabul edilen beyaz tenli bir Tanrıdır.

Denizin dibinde kaybolan Atlantis mitosunun izleri burada da karşımıza çıkıyor. Mayaların bu inançlarına bir de Tanrıların geri dönme ihtimalini eklersek, astronominin bitmez tükenmez matematik hesaplarının nedeni belki anlaşılmış olur. Rahipler gerçekten tanrıların dönüşünü bekliyorlardı (İnkaların Virakoka’nın dönüşünü bekledikleri gibi). Takvimde hesaplanan devre bitince, tapınaklar tamamlanınca Kukulkan dönecekti.

Ancak M.S. 600 yıllarında tam anlamıyla akıl almaz bir şey olmuştur! Ansızın, gözle görülür bir nedene dayanmaksızın, bu insanlar büyük güç ve sabırla yaptıkları şehirleri, zengin tapınakları, birer sanat eseri olan piramitleri, heykellerle çevrili alanları ve çok geniş stadyumları terk edip gitmiş ve çok daha az verimli topraklara sahip Yukatan’a yerleşmişlerdir. Binalar, caddeler ve bütün taş işleri ormana karışarak yıkıntı haline gelmiştir. Ve hiçbir yerli bir daha o bölgeye dönmemiştir.

Gerçekten de Maya İmparatorluğuyla ilgili cevaplardan çok onu çevreleyen bir gizem söz konusudur. Mayalar, aslında kayboluşlarının nedeniyle ilgili arkalarında en ufak bir iz bırakmadan ortadan kaybolan yeni dünyanın tek uygarlığıdır. Sahip oldukları gelişmiş mimarlık bilgilerini nasıl edindikleri, astronomi ve sayı sistemleriyle ilgili ileri bilgileri nasıl elde ettikleri ise tam bir bilmece. Günümüz arkeologları dahi Mayaların yok olmalarıyla ve Maya sayı sistemi ve hiyerogliflerinin anlaşılmasıyla ilgili çelişkili teoriler öne sürmekteler

 SÜMERLER - X Gezegeni

“X GEZEGENİNİ ARAYIŞ: NİBİRU” İLE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR

Güneş Sistemimiz’in bilinen en uzak mesafelerinin ötesinde başka bir gezegenin var olup olmadığı sorusu, Uranüs ve Neptün gezegenlerinin yörüngesel hareketlerindeki düzensizliklerle yakından bağlantılıdır. Yerçekimsel bir kuvvet, bu iki dev gezegenin yörüngelerinde düzensizliklere yol açmaya devam etmektedir. Bu kuvvet, çok uzak ve görünmeyen büyük bir nesnenin varlığını akıllara getirmektedir. Bu, uzun zamandır aranan X Gezegeni olabilir.

Göklerde yapılan son ciddi araştırma, 1930 yılında 9’uncu gezegen olan Pluton’un keşfine yol açmıştı. Fakat bu hikaye, 1781’de İngiliz astronom ve müzikçi William Herschel tarafından keşfedilmesiyle başlamıştır. O zamana değin, gezegenlerle ilgili sistemin Satürn ile sona erdiği sanılıyordu. Bugün bilimadamları, dünya yüzeyinin altında uzanan büyük kaya katmanlarının oluşumunu ve hareketini inceleyen çalışmalara ilişkin teorileri kabul etmektedir. Dünya üzerindeki bütün kıtaların, bir zamanlar, gezegenin tek bir yerinde bulunduğunu gösteren çalışmalar ve makaleler mevcuttur. Bu çalışmaların açıklığa kavuşturamadığı soru şudur: ‘Eğer bütün kıtalar tek bir yerde toplanmış idiyse, gezegenin öteki yanında ne vardı?’ Bu ‘öteki yan’ muazzam bir boşluk olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlama, Dünya’nın oluşumuna ilişkin Sümerler’e ait hikaye ile benzerlik göstermektedir. Sümerler, Dünya’nın, Nibiru ya da X Gezegeni ile çarpışarak “Tiamat” olarak adlandırılan yarım bir gezegen haline geldiğini söylemişlerdir.

Son iki yüzyıl içinde yeni gezegenlerin keşfedilmesi, daha büyük ve iyi teleskopların dizayn edilmesinden çok matematik bilimi sayesinde mümkün olmuştur. Dış gezegenlerin yörüngelerindeki açıklanamayan matematiksel düzensizlikler, astronomları, keşfedilmemiş daha uzak bir gezegenin varlığı hakkında düşünmeye teşvik etmiştir. Astronomlar bu gezegenin varlığından o derece eminler ki, ona şimdiden X Gezegeni ya da 10’uncu Gezegen adını vermişlerdir.

1982 yılında NASA "dış gezegenlerin ötesinde gizemli bir nesnenin var olduğu kesindir" şeklinde bir bildiride bulunarak X Gezegeni’nin varlığına ilişkin olasılığı resmi olarak kabul etti. Bir yıl sonra, uzaya yeni fırlatılan IRAS (Infrared Astronomical Satellite-Kızılötesi Astronomik Uydu), uzayın derinliklerinde büyük, gizemli bir nesne tespit etti. Washington Post, California JPL’den IRAS Projesi’nde görevli bir bilimadamı olan Gerry Neugebauer ile yaptığı röportajı şöyle özetledi: “Orion Takımyıldızı yönünde, dev gezegen Jüpiter kadar büyük ve bu güneş sisteminin bir parçası olabilecek kadar Dünya’ya yakın bir gökcismi bulunmuştur. Bütün söyleyebileceğim, bunun ne olduğunu bilmediğimizdir.”

Birleşik Devletler Donanma Rasathanesi tarafından yapılan son hesaplamalar, Uranüs ve Neptün gezegenlerinin yörüngesel hareketlerinde meydana gelen düzensizlikleri onayladı. Rasathanede çalışan bir astronom olan Dr. Thomas C. Van Flandern, bu düzensizliklerin tek bir keşfedilmemiş gezegenin varlığıyla açıklanabileceğini söylemektedir. O ve bir meslektaşı, Dr. Richard Harrington, 10’uncu gezegenin Dünya’dan 2 ila 5 kez daha büyük ve Pluton’un yörüngesinin 5 milyar mil ötesine ulaşan oldukça eliptik bir yörüngeye sahip olması gerektiğini hesaplıyorlar.

Tıpkı Sümerlerin söylediği gibi…

SÜMERLER - ZECHARIA SITCHIN (Sümerolog-Bilimadamı)

Zecharia Sitchin, eski yazılar için şaşırtıcı yorumlarıyla bilim dünyasını altüst eden; pekçok eski dile hakim; Sümer çiviyazılarını deşifre yeteneğine sahip bir dilbilimcidir.

1976’da Sitchin’in ilk kitabı, ‘The Twelfth Planet/ Onikinci Gezegen” antik çağ tarihi literatürünü değiştiren uzun ve maceralı bir yolculuk başlattı; 1993’te kendi ‘Earth Chronicle/Dünya Tarihi’ serilerinden ‘When Time Began/ Zaman Başladığında’ çıktı. Diğer akıl karıştırıcı iddialar arasında bu kitap, karmaşık Stonhenge Takvimi ve Peru’daki şaşırtıcı Tiahuanacu kalıntıları ile antik Sümer kültürü arasında bağ kurar ve bu bağı Anunnaki olarak da anılan Nibirular’a kadar uzatır. Sitchin, bu halkların yalnızca Sümer kültürüyle yaratılmış olmayıp, aynı zamanda bizim bildiğimiz gibi genetik olarak yaratılmış insanlar olduğunda ısrar eder. Ve evet, onlar gizemli 12. Gezegen Nibiru’da yaşarlar.

Bugüne kadar Sitchin, 6000 yıl önce İran Körfezi’nde var olan bu antik topraklarda 2000’den fazla çamur silindir deşifre etmiştir. Bu kültürün binlerce yıldır gömülü olan çamur tabletlerinin deşifre edilmesi, M.Ö.450.000’e kadar uzanan kökler ortaya çıkarmıştır.

Zecharia Sitchin, “12. Gezegen” adlı kitabında Sümerler’in kökenlerini ve sahip oldukları şaşırtıcı astronomi bilgilerini sorgular. Sitchin kitabında şöyle der:

“Yunanlılar ve Romalılar dünyanın evrenin merkezi olduğunu düşünürken, Sümerler güneşin merkezde olduğu bir güneş sistemi tanımlamışlar ve onu çevreleyen gezegenleri, modern astronomlar tarafından yakın bir zamanda keşfedilen Uranüs, Neptün ve Pluton da dahil olmak üzere, bugünkü bilgilerimize uygun olarak binlerce yıl önceden anlatmışlardır.”

Peki Sümerler o çağda tüm bu bilgilere nasıl sahip olabilmişlerdi?

Sitchin, Sümerler’e tüm bilgilerini Annunaki adında, gökyüzünden dünyaya inen bir ırkın öğrettiğini söyler. “Annunakiler zeki, insana benzeyen varlıklardı ve dünyamıza Nibiru’dan gelmişlerdi. Dünyaya gelme sebebi altın aramak ve gezegenlerinin küçülen atmosferinin üzerine altından bir kalkan yapmaktı. Bunu yaparken işçilere ihtiyaçları olduğu için genetik mühendislik yoluyla Adem’i yarattılar”, diye ekliyor Sitchin.

 


Zeccharia Sitchin- Haktan Akdoğan NewYork, Mart 2002

Sitchin’in çalışmalarında biyokimyasal araştırmalar özel bir yer tutar. Bütün DNA yapımız zaman ayarlı bir kapsül gibidir. Orijinal olarak programlandığımızda temel DNA yapımız bir çift heliks sarmalla sınırlıydı. Şu anki gibi fonksiyon görmemizi sağlayan tetikleme mekanizması yıldızlardan gelen radyasyon tarafından etkilenmiştir. Biz şimdi; merkezi galaksimiz çevresindeki yörüngede galaksinin merkezinden ve diğer yıldız sistemlerinden gelen radyo frekanslarının bize yeni bilgiler ilettiği bir yerdeyiz. Sitchin’e göre bu bilgilerin gönderilmesi 12’nci Gezegen’in sonraki gelişiyle rastlaşıyor. Hükümetin bir ‘Özgürlük Uzay Laboratuvarı ‘ inşa etme çabası Nibiru’nun yerini kesinleştirmeyi amaçlamaktadır.

Büyük soru tabii ki, Tanrılar sandığımız bu varlıkların hakkımızda şimdi ne düşüneceğidir. Geçmişte bizlere onların sahip olduğu güçler bahşedilmemişti, ama binlerce yıllık genetik seleksiyon sonucunda bazı bakımlardan Tanrılar gibi olduk. Antik dillerin pek çoğu deşifre edildi ve 22 İbranice mektubun ışık üretici sistemler üzerine bilgi içerdiği bulundu. Torodial kuvvet alanları, fibonacci serileri, fraktaller ve açık topolojik vektör alanları matematik diliyle açıklanmış durumda. Yıldız tarlaları gece gökyüzündeki rastgele ışık noktalarından daha çok bilgisayar çıktıları gibi görünmeye başladılar. Eğer Sitchin’in kesinlikle tamamladığı birşey varsa o da, insanoğlunun hayalgücünü genişletmek oldu. Atlantis ve Lemurya’nın efsanevi kültürleri artık fantastik değil ama diğer ırkların Dünya gezegeninde hayatta kalabilme çabaları olarak görünüyor. SETI Projesi (hükümetin dünya dışı zeka için resmi araştırma projesi) iptal edildi ve sonra özel bir şirketler konsorsiyumu tarafından tekrar harekete geçirildi. Mars’a en son gönderilen insansız araç tümüyle kayboldu. Bu gizemlere verilen cevaplar; gezegenimizi geçmişte pekçok kere olduğu gibi bir başka ırkın ziyaret edeceği hakkındaki kanıtlarla karşılaştırıldığında tatmin edici değil. Hatırlayın, Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi bir yıl almaktadır. Sitchin’e göre Nibiru için ise bu süre 3600 yıldır. Bu nedenle, Nibirulular için 1 yıl 3600 Dünya yılına denktir. O , bizi, insanoğlu ırkını, yaratıcılarımızın dönüşüne hazırlamak için bütün araştırmasını tamamladığını söylüyor. Zekeriya Sitchin’in çalışmaları, şüphesiz, günümüze kadar elde edilebilmiş en akıl zorlayıcı kozmoloji. Ayrıca, akademik olarak da değiştirilemez görünüyor.

 

  SÜMERLER - Resimler

 

TANRIÇA INANNAHOPİ KIZILDERİLİLERİ

 

Kelime anlamı iyi, barışçı ya da akıllı anlamına gelen Hopi Kızılderilileri, güneybatılı Pueblo adındaki gruptan gelmektedirler.

 

 

Black Mesa’nın güneyindeki Arizona bölgesinin kuzeydoğusunda yaşamaktadırlar. 1050 yılından beri Üçüncü Mesa’da yaşayan Oriabi Puebloları, Kuzey Amerika’nın en eskileridir. Ataları olan Anasaziler, Meksika Azteklileri’yle akrabadırlar ve bugün, onların bundan 5-10 bin yıl önce yaşadıkları yerde yaşıyorlar.

 

Hopi Kızılderililerinin inançlarında, adları Pokanghoya ve Palongauhoya olan ikiz Tanrı sembolü vardır. Efsaneye göre, yeryüzünün kuzey ve güney eksenlerinin koruyucuları olan bu Tanrılara hükmeden yaratıcının yeğeni Sotuknang, onlara halkı kötü hale gelen “ikinci dünyanın” yıkılması için yerlerini terk etmelerini emretmiştir. Böylece kendini denetleyen kimse kalmayınca dünya delice dönmeye başlar ve iki kez tepe taklak olur. Dağlar büyük bir gürültüyle denize devrilir, deniz ve göller toprağı kaplar; dünya da soğuk uzayda bir buza dönüşür.

Hopiler, “ilk dünyanın” ateş, “üçüncü dünyanın” da su tarafından yokedildiğini iddia ederler.. Hopi Kızılderililerin de eski Mısırlar gibi Sirius’u tanıdıkları ve ona “Mavi Kaçina Yıldızı” adını verdikleri bilinir. Kabilede yaşayan asırlık bir inanç, kabilenin 250 bin yıl önce Sirius sisteminden geldiklerini ve yerleştikleri zaman kapsüllerinin de ya gelecek bin yıldan önce ya da hemen sonra açılacağını söyler.

İkiz Tanrı sembolü, kesin bir şekilde Sirius yıldızıyla ilgilidir; kutupsallık ilkesi, tüm Sirius uygulamalarını içermektedir. Aslan kudreti, kristal kudreti ve zaman faktörüyle birlikte, Siriusyen konsantrasyon pratiğinin dörtlü temellerini oluşturur.

Hopiler, Kaçinaların evinin, üzerinde büyük bulut oluşumları bulunan dağların tepesinde olduğuna inanırlardı. Bugün, bazı UFO’ların Lenticular Bulutları olarak adlandırdığımız, göze görünmemek için yapılan bulut formlarının içinde saklandığını biliyoruz.

 


Bulutları zaman zaman kamuflaj olarak kullanan UFO'lar


Buluta gizlenmiş birbaşka UFO, yer Vilborg- Danimarka, 17 Kasım 1974

Kendilerinin Pleiadianslılar’ın soyundan geldiğini kabul eden Hopiler, Pleidianlar’a, birbirine sıkı sıkıya bağlı ya da yapışık anlamına gelen ‘Chuhukon’ derler. Siyah Tanrının evi olan Pleiades’e mutluluk için dua ederler. Onlar, kendilerinin dünyaya önce ruh olarak geldiklerini ve sonra canlı kanlı varlık haline dönüştüklerine inanırlar.

Efsaneye göre Hopiler’in bağlılığı, gelecekte bir gün diğer gezegendekilerce görülecek ve onlar da oraya alınacak. Bu nedenden dolayı da onlar şimdi gökyüzünü izleyip UFO’ların gelip onlarla temas kuracakları zamanı bekliyorlar.

Hopilerin inandıkları takımyıldızları hakkındaki bilgileri, dünyanın diğer tarafındaki batılı uygarlıklarının, bizlerin bilgileriyle hemen aynıdır. Farklı adlarla isimlendirilmiş olsalar da düzenekleri birbirine çok benzemektedir.

Dünyayı onurlandıran Achive’ler adında kutsal yerlerin varlığına inanırlar. Bu yerler Şamanların dini işler için dünyaya indiği yerlerdir. Efsaneye göre, çağlar boyunca insan nesilleri yok olma tehlikesinde iken, temiz kalpli insanlar yer altına inip orada korundular. Onlara göre; kendileri dünyanın ortasında Karınca İnsanlar dedikleri bir grup varlıkla beraber oturuyorlar.

Karınca İnsanların resimleri günümüzde Sürüngenimsi ya da Griler varlıklar olarak adlandırılan geniş kafalı, kısa ve kalın vücutlu, 4,5 ya da 6 ince uzun parmaklı uzaylılara benzemektedir. Resimlerin bazılarında, bu varlıklardan onlara telepatik olarak düşüncelerin geldiğini gösteren işaretler vardır.

Günümüzde sayıları 8 bini bulan Hopiler, çok sayıda eski dönemlerden kalmış resimli kayaları muhafaza etmektedirler. Grubun şefi olan Beyaz Ayı, hala onların çoğunun tercümesini yapabilmektedir. Benzer resimler dünyanın her yanında bulunabilir, Beyaz Ayı’nın bilgisi şimdiye dek anlaşılamayan bu tür resimlerin açıklanmasında çok yardımcı olabilecek olmasına rağmen onun sırrını açıklamamaktadır.

Hopi efsaneleri, atalarının sonsuz uzaydan geldiğini ve dünyaya varmadan önce birçok gezegeni ziyaret ettiğini söyler.

Hopiler, bugün bile Tanrılara olan bağlılıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Efsaneye göre bu bağlılıkları yakın bir gelecekte Tanrıları tarafından ödüllendirilecek ve Dünya yıkıcı bir değişim sürecinden geçerken, Hopiler Tanrılarının oturdukları yıldızlara alınacaktır. Onlara göre gerçekleşmekte olan gezegensel değişimler bu günün yaklaşmakta olduğunun habercisidir. Ve onlar şimdi gökyüzünü izleyip UFO’ların gelip onları yıldızlardaki yuvalarına götüreceği günü beklemekteler…

 

 
DOGONLAR

DOGON Gizemi, UFO Bilimin bir parçasıdır ve Mali’de yaşayan Afrikalı Dogon kabilesinin sahip olduğu M.Ö. 3200 yılına kadar uzanan ileri astronomi bilgilerinin kaynağını araştırır.

 

Afrika kabilelerinin çoğunda olduğu gibi Dogonların geçmişi de oldukça karanlıktır. Dogonların şu anda yaşadıkları Bandiagara Platosu’na 13. ve 16. yüzyıllar arasında yerleştikleri tahmin edilmektedir. İnsanbilimcilerin çoğu, sayıları iki milyona varan Dogonları “ilkel” olarak tanımlasalar da Dogonlar, batı teknolojisine karşı olan ilgisizlikleri bir yana, zengin ve bir o kadar da karmaşık bir dine ve yaşam felsefesine sahiptirler.

Dogonlar’ın ünü, ortaya attıkları ilginç ve şaşırtıcı iddiadan ileri gelmektedir. Bu Batı Afrika kabilesi, atalarının dünyadan 8,6 ışık yılı uzaklıktaki Sirius yıldız sisteminden gelen uzaylılar tarafından eğitildiklerine inanmaktadır. Bu kadar ilkel ve her şeyden uzak bir biçimde yaşadıkları halde gökbilim alanında olağanüstü ayrıntılı bilgiye sahip olmaları da bu iddialarını desteklemektedir.

1931 yılında Fransız insanbilimcileri Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen, Dogonlar’ı geniş çapta incelemeye karar vermiş ve 21 yıl boyunca Dogonlar’la yaşamışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır.

Dogon’ların Gizemi Neydi?

Orion yıldız kuşağının hemen yanında bulunan ve Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius yıldızı ve onun çevresinde döndüğüne inanılan yıldız ve gezegenler, Dogon mitolojisinin temelini oluşturmaktadır. Dogonlar, Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu, Sirius’un yanında çıplak gözle görülmeyen küçük, yoğun ve sönük bir yıldızın daha bulunduğunu ve bu yıldızın tam konumunu biliyorlardı. Potolo olarak adlandırdıkları bu yıldızın, dünyada bilinen tüm maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğuna ve Sirius’un çevresini 50 yılda döndüğüne inanmaktaydılar. Oysa ki, batılı gök bilimciler 19. yüzyılın ortalarına kadar Dogonlar’ın bahsettiği bu soluk yıldızın varlığından bile habersizdiler. 1862 yılında Amerikalı gök bilimci Alvan Graham Clark yeni bir teleskopu denerken bu yıldızı keşfetmiş ve Sirius B ismini vermiştir. Ayrıca 1920’lerde ortaya çıkmıştır ki Sirius B bir “cüce yıldız”dır. Cüce yıldızlar oldukça soluk, ışıklı, küçük fakat yoğun yıldızlardır. Sirius B gerçekte Dünyadan daha küçük olmasına rağmen, tıpkı Dogonlar’ın belirttiği gibi o kadar yoğundur ki, kendisinden alınan bir çay kaşığı dolusu madde 5 ton ağırlığına gelir.

Daha da ilginci, Dogonlar’ın bilgilerinin sadece bununla kalmayıp aynı zamanda, modern dünyamızda ilk kez Galileo tarafından gözlemlenen Jüpiter’in dört uydusundan ve Satürn’ün yalnızca teleskopla görülebilen halkalarından da haberdar olmalarıdır. Dogonlar, ayrıca, sayısız yıldızın varlığına ve Dünyanın da içinde yer aldığı Samayolu’nun sarmal bir gücü olduğuna inanıyorlardı.

Dogonlar sahip oldukları bilgilerin çoğunu sembollerle anlatmışlardır, ve bu sembollerinin temelinde Nommo'lar diye adlandırılan ve dünyayı uygarlaştırmak için uzaydan geldiğine inanılan hem karada hem de suda yaşayabilen varlıklardır. Dogon rahiplerine göre, eski zamanlarda Sirius sistemindeki bir gezegenden dünyaya inen Nommolar sahip oldukları bilgileri o zamanki rahiplere öğretmiş, onlar da bunları yeni kuşaklara anlatmışlardı. Nommolar dünyanın yaratıcıları olduğu kadar, insanoğlunun ataları ve ruhsal ilkelerin koruyucuları, “yağmuru yağdıran güçlerin ve suların mutlak sahipleri” idi.

 

Dogonlar üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı Robert Temple, bir Nommo uzay gemisinin gelişini ve dönerek yere inişini simgeleyen resimler bulmuştur. Geminin Dogon ülkesinin güneydoğusuna indiği söyleniyordu. Dogon rahipleri geminin inişini tanımlarken onun kuru toprağa indiğini ve oluşturduğu girdap dolayısıyla bol miktarda toz kaldırdığını anlatmaktadırlar.

Dogonlar da Sirius’lu gezginlerin bir gün geri döneceğine inanmaktadırlar: “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak.” der bir yazıt .

Dogonlar ve Sirius yıldızıyla aralarında kurdukları bağ, biz UFO araştırmacılarının olduğu kadar yaratılış teorisyenlerinin, astronomların ve bilim adamlarının da ilgisini çekmiş, bu kabilenin kökenleri ve sahip oldukları derin astronomi bilgisine nasıl ulaştıkları hakkında pek çok araştırma yapılmıştır. Arkeolog-yazar Erich Von Daniken Dogon inançlarını kabullenmiş ve bu bilgileri, geçmişte dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret ettiğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlamıştır.

Gerçekten de “ilkel” Dogonlar’ın yüzyıllardır sahip olduğu bilgileri bilim henüz yeni yeni keşfetmektedir. Bunun son örneği Dogonlar’ın Sirius siteminde Emme Ya adını verdikleri ve Nommoların gezegeni olduğunu söyledikleri üçüncü bir yıldızın varlığından bahsetmeleridir. Bunun Popola (Sirius B)’dan dört kez daha hafif olduğunu, yine Sirius B gibi 50 yıllık bir zamanda daha geniş bir yörünge çizdiğini ve her ikisinin çapları arasında bir dik açı oluştuğunu belirtiyorlar ve Emme Ya’nın bir de uydusu olduğunu söylüyorlar. Hakikaten de Dogonlar’ın Emme Ya’sı vardır ve o astronomlar tarafından ancak 1995 yılında keşfedilmiş olan Sirius C yıldızıdır! İşte bu Nommoların yaşadığı yıldızın keşfidir..



AZTEKLER

XVI . Yüzyıl başlarında Orta Meksika’da ileri bir uygarlıkla karşılaşıldı. Aztek'lerin muhteşem bir mimarisi , titiz kayıt tutma yöntemleri ve Avrupalılardan çok daha üstün astronomi takvimleri vardı. Azteklerin sanat eseriyle karşılaşan Albert Düver Ağustos 1520’de şunları yazıyordu : “ şimdiye dek böyle bir şey görmedim “ bu Azteklerin astronomi takvimiydi. Azteklerin kitaplarıyla karşılaşan aydınlar bu kitaplardan biri için “ neredeyse Mısırlıların kitaplarını andırıyor” diyerek hayranlıklarını ifade ettiler. Başkentleri Tenochtitlan’ı dünyanın en güzel kentlerinden biri olarak nitelediler. Bir düzenin egemen olduğu ve iyi örgütlenmiş oldukları belliydi. Azteklilerin gelişimiyle ilgili yorumlarda dünya-dışı varlıkların rol oynadığı yaygın bir şekilde belirtilmektedir.

Toltekler ve Aztekler de yazıtlarında Tanrı KUTZALKOALTL’ın (Quetzalcoatl) parlak gezegen Venüs’ten geldiğini söylüyorlar ve ondan yazıtlarında şöyle bahsediyorlardı:

“ Sonraları o, Tulla şehrinin boğucu zehrinden kaçarak eski şehir Tlapallan’a yerleşti. Arkadaşları ile birlikte geldiği yere dönmek üzere kuş kılığında batı denizine doğru uçarak uzaklaştı. Çok sevdiği halkından ayrılıp gitti.”

Güney Amerika halklarının ısrarlı bir şekilde kendilerini eğitmek üzere , çoğu kez Venüs’ten uçan araçlarla gelen , farklı , üstün niteliklere sahip, beyaz tenli bir ırktan söz etmeleri dünya UFO tarihçesine önemli bilgiler katıyor.

Sadece geçmişte değil, her zaman , günümüzde bile Güney Amerika ve D.D dışı varlıklar arasında sıkı bir bağ var. Venezuela’da Peru’da, Arjantin ya da Brezilya da yaşayan 20. yüzyıl insanları, toplumun hangi tabakasından gelirlerse gelsinler, D.D uygarlıklar ve UFO’ların gerçekliği fikrini normal karşılıyorlar, karşı çıkmıyorlar. Bu gerçeğe karşı çıkmanın ne kadar anlamsız olduğunu biliyorlar. Belki genlerinde bu bilgiyi taşıdıklarından, belki de kültürlerinin yapısında D.D bağlantı unsurları sıkı bir şekilde yerleşmiş olduğundan...

Aztek Uygarlığı Meksika Vadisi’nde kuzey ve güneydoğuya doğru 800 millik bir arazi içinde yayılmışlardı. Ada şehirleri Tenochtitlan’ı anakaralara bağlamak için geçitler yapmadaki, su kemerleri oluşturmadaki, kanalizasyon sistemi, sulama kanalları ve barajlar kurmadaki mühendislikleri mükemmeldi. Eğitim de toplumlarının önemli bir parçasıydı. Diğer pek çok kadim uygarlıkta gördüğümüz benzer hikayeleri ve aynı yıldız ve gezegenlerin isminden bahsedildiğini Aztek Uygarlığı’nda da görmekteyiz.

Yine O "Göklerden Gelen Varlıklar"..

Aztek mitolojisine göre, Tanrı Quetzalcoatl parlak gezegen Venüs’ten gelmişti ve ondan şöyle bahsediliyordu;

“Sonraları o, Tulla şehrinin boğucu zehrinden kaçarak eski şehir Tlapallan’a yerleşti. Arkadaşları ile birlikte geldiği yere dönmek üzere kuş kılığında batı denizine doğru uzaklaştı, çok sevdiği halkından ayrılıp gitti"



NAZKA DÜZLÜKLERİ

Dünya tarih ve bilim verilerini altüst eden yerler arasında Peru’daki Nazka düzlüğünün çok önemli bir yeri vardır.

 

1928 yılında Perulu harita uzmanı Toribio Mexta Xesspe , Nazka bölgesinin üstünde , ekibiyle birlikte keşif uçuşu yapıyordu. Birden gözlerine inanamadı. Çünkü uçtukları bölgenin altında özenle çizildiği belli olan ve dev boyutlu örümcekleri, sinekkuşlarını , fok balıklarını , balinaları ve maymunları canlandıran şekiller vardı. Bunlardan başka, bölge sanki gökbilimin çalışma alanıydı. Xesspe’nin buluşundan sonra birçok araştırmacı Nazka’ya üşüştü. Herkes şu 3 sorunun yanıtını aramaktaydı:

 

  1. Bu düzlükteki şekil ve resimleri kimler çizdi?

  2. Ne zaman çizildi?

  3. Neden çizildi?

Lima’nın 300 km. güneyindeki Peru çölünde, İnka ve Nazka Vadileri arasında bir ova uzanır. Bu ovanın karşısında 60 km. uzunluğunda ve 1,6 km. genişliğinde, kimileri paralel kimileri de kesişmiş halde olan mükemmel düzlükte uzanan büyük geometrik formlar bulunur. Bu hatların içinde ve çevresinde sadece gökyüzünden algılanabilen ikizkenar yamuk şeklindeki bölgeler, garip semboller ve madenler üzerine oyulmuş kuş ve hayvan resimleri bulunmaktadır.

Şekillerin yerden görülebilmeleri çok zordur, bu yüzden ancak 1930’da gerçekleşen bir uçak kazasının incelemeleri esnasında keşfedilebilmişlerdir.

 

Ovadaki figürler hayvan ve bitki şekilleri (biyomorf) ile geometrik şekiller (geoglif) olmak üzere iki formda bulunmaktadır. Biyomorflar; örümcek, sinekkuşu, maymun ve 300 m. uzunluğundaki pelikan benzeri 70 kadar hayvan ve bitki figüründen oluşur. Bu türdeki şekiller ovada grup halinde bulunmaktadır. Bazı arkeologlar bunların M.Ö. 200 yılında, hayvan ve bitki figürlerinden 500 yıl önce yapıldığına inanır.

Ovada geometrik desenli yaklaşık 900 şekil vardır. Bunlar düz, üçgen, spiral, dairesel ve ikizkenar yamuklardan oluşan geometrik formları içerir. Devasa ölçülerde olan bu çizgilerin en büyüğü 9 mil uzunluğundadır.

 

Dünyanın En Büyük Astronomi Kitabı!

Nazca’ya ilk ziyaretini 1940’da gerçekleştiren Amerikalı araştırmacı Paul Kosok, bu çizgilerin astronomik açıdan önemi olduğunu ve ovanın dev bir gözlemevi görevi üstlendiğini kaydetti. Güney yarım kürede kışın başladığı tarih olan 22 Haziran günü güneş Nazca’daki çizgilerden birinin tam ucunda batıyordu. Bu nedenle Kosok burayı “Dünyanın En Büyük Astronomi Kitabı” olarak isimlendirmiştir.

İkinci Dünya Savaşında sonra Kosok ve Reiche tekrar Nazka’ya dönerek yerdeki çizimlerin üstünü örten kum tabakasını temizlemeye başladılar. Nazka artık yeryüzünden de görülür duruma gelmekteydi. Ortaya çıkan çizgilerin büyük bölümü birbirine paraleldi. Uzun çizgiler , resimlerin üstünden geçip gidiyordu. Çünkü çizgilerle anlatılmak istenenle resimlerin anlamı birbirinden tamamen farklıydı.

Çölün sade görünümüyle hayvan resimleri arasında tam bir çelişki vardı. 27 m. uzunluğundaki balina resminin neden çizildiği tam bir bilmece. Açıklanamayan bir başka tuhaflık ise Peru’da ne geçmişte ne de bu gün maymun yaşamazken , özenle çizilmiş maymun resmidir.

Nazka’da resimlerinin bir bölümü çöllerin dışında , tepelere de çizilmişti. Yalnız bir farkla . Tepelerde hayvan resimleri yerine insan resimlerinin olması. Aynı bölgede bulunan bazı seramiklerin üstünde de tepelere çizilmiş resimlerin kopyaları vardı. Başlarıda taç bulunan insan motifleriyle süslü bu seramiklerin İ.Ö 1000 yıllarından kaldıkları anlaşıldı. Bunları inceleyen Kaliforniya Üniversitesi arkeologları , Nazka uygarlığının İ.Ö. 400 ile İ.S. 600 yılları arasında , gelişmiş bir dönem yaşadığını ileri sürdüler.

Bu dönemden kalan çanak, çömleklerin çok önemli bir özellikleri daha vardı. Aynı dönemde başka bölgelerde bulunan benzerlerinden çok daha sağlam yapılmışlardı. Bu da , Nazka’lıların gelecek kuşaklara mesaj aktarmak isteklerinin bir başka kanıtı olarak kabul edildi.

Reiche, Nazka düzlüğünü çizenlerin burayı parselleyerek çalıştıklarını keşfetti. Değişmeyen bir ölçü birimi kullandıklarını anladı. 1976 yılında İngiltere’ye giderek , çok uzun süren bir kütüphane çalışması yaptı. Bulgular onu “ megalitik yard “ adı verilen 83 cm.lik bir ölçü birimine götürüyordu. Bu birim, İngiltere ve Fransa ‘da insanlığın yazılı tarihinden çok önce yapılmış olan yapılarda kullanılmıştı. İngiltere’de ne zaman ve niçin yapıldıkları bilinmeyen Stonehenge anıtlarındaki gibi...

Reiche çizgileri ölçtükçe şaşkınlık verici sonuçlar elde etmeye başladı. Bulduğu sayılar günümüz uzay bilimcilerinin elde ettiklerine son derece yakındı. Böylece , eski Nazkalıların yıldızların uzaklıkları ve hareketleriyle ilgili bilgilerinin çok yüksek düzeyde olduğunu kesin olarak ortaya koydu.

ABD’li gök bilimci Gerard S.Hawkins de Nazkayla ilgilendi. 1968 yılında işaretlerin anlamı üzerine yoğun çalışmalar yaptı. Ama sonunda , zaten daha önce ortaya atılmış bir kuramı yineledi: Çizgiler gökbilimle ilgili bir takvimdi.

 

İsviçreli araştırmacı-yazar Erich Von Daniken gibi diğer araştırmacılar ise bu çizgilerin eski çağlarda uzaydan gelen ziyaretçilerce gemilerini indirmek için uygun bir zemin olarak inşa edildiğini belirtirler. Yani bu düzlükler bir çeşit havaalanıdır.

Aynı bölgede bulunan bazı seramiklerin üstünde de tepelere çizilmiş resimlerin kopyaları bulunmuştur. Bunları inceleyen Kaliforniya Üniversitesi arkeologlarına göre, başlarında taç bulunan insan motifleriyle süslü bu seramiklerin M.Ö. 1000 yıllarından kaldıkları anlaşılmıştır

Gerçekten de, bu insanlara tepeleri inanılmaz uzunluklarda tıraşlatan ve o devasal resimleri yaptırtan nasıl bir nedendir? Neden ne olursa olsun şurası açıktır ki Nazka’daki şekiller havadan görülebilmeleri amacıyla yapılmıştır. O halde bunların görülebilmesi için bir hava teknolojisine gerek olduğu bu iddianın temelidir.

500 metre karelik Nazka düzlüğünün verdiği mesajlar hala çözülemedi. Düzlükteki şekiller araştırmacıları ısrarla bulundukları yere çağırıyor ve onlara “Beni kuşbakışı izleyin” diyorlar.

 


NAZKA'daki semboller ve şekillerin bölgedeki dağılımı

1. Killer whale 2. Wing 3. Baby Condor 4. Heron Bird 5. Animal 6. Spiral 7. LIzard 8. Tree 9. Hands 10. Spiral 11. Spider 12. Flower 13. Dog 14. Astronaut 15. Triangle 16. Whale 17. Trapezoids 18. Star 19. Pelican 20. Condor Bird 21. Trapezoid 22. Hummingbird 23. Trapezoid 24. Monkey 25. Llama 26. Trapezoids

  • “Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratmış olandır. Onun emri bütün bunlar arasında durmadan iner durur. Allah’ın bunları yaratıp emirler indirmesi Onun gerçekten her şeye gücü yettiğini ve bilgisiyle her şeyi kuşatmış olduğunu, bilmeniz içindir.” ( Talak, 65/12 ) 

 

MAĞARA RESİMLERİ - Afrika

 

 

M.Ö. 6000 yılından kalma bu iki resim Kuzey Afrika’da, Tassili, Sahra Çölü’nde bulunmuştur. Pek insana benzedikleri söylenemez. İlk başta bu kıyafetlerin kum fırtınalarından korunmak için kullanıldığı ileri sürüldüyse de 8000 yıl önce o bölgenin verimli alanlarla kaplı olması bu iddiayı çürütmüştür. Üsteki resmin sağında kask giymiş bir varlığın yanında gökte görünen diske dikkatinizi çekeriz.

 

KUTSAL METİNLER - Kutsal Metinler

TEVRAT- İNCİL- KURAN

Eski Ahit’in ilk kitabı Yaratılıştaki Tufan hikayesi şöyle başlar: “Ve Elohim’in oğulları insanın kız çocuklarını eş olarak aldılar ve onlara çocuklar verdiler. O zamanlar dünyada devler yaşıyordu.” İncil bu ilahi varlıklara, gökyüzünden dünyaya inen anlamına gelen Nefilim adını vermiştir; bunların insan ırkını yarattıklarına inanılır.

Çıkış” bölümünde ise Peygamber Musa’nın İsrail oğullarını Mısır’dan çıkararak Sina Dağı ve Vaadedilen Topraklara götürüş hikayesi şöyle anlatılır: “…Tanrı onlara yolu göstermek için bir bulut içinde gündüzden yola çıktı; hem gece hem gündüz yolculuk edebilmeleri için gece de ateş şeklini alıp onlara ışık veriyordu.” Araştırmacılar Brinsley ve Poer Trench bu ifadeleri muhteşem bir uçan daire tasviri olarak yorumlamaktadır.

 

Yine İncil’de M.Ö. 900’lerde yaşamış olan İlyas Peygamberin oğluyla birlikte Ürdün Nehri’ni geçişi anlatılır: “Onlar konuşarak giderlerken oldu; birdenbire ateşten bir araba ve ateşten atlar belirdi ve onları ikiye ayırdı. Ve bir kasırga İlyas’ı göklerdeki cennete çıkardı.” Bu bize göre çok net bir uçan daireye alınma hikayesidir.

Eyüp ve Davud Peygamberin kutsal kayıtlarında yer alan Tanrı tanımları ise şöyledir: “O bir ateştir!…Ve Tanrı parladı. Önünde ateş var ve çevresi kasırgalı. Tanrımız geliyor!” İncil’de yer alan diğer bir UFO tanımı ise şöyledir: “Ve baktım. Şimalden durmadan ışık saçan büyük bir bulut geliyordu; çevresinde pırıltı ve ortasında sanki ateş ortasında ışıldayan maden.”

Mistik Yahudi öğretisi Kabala' da da göksel yolculuklar ve gökyüzünden gelen üstün varlıklardan bahsedilmektedir. Chaeroneia’lı Plutark tarafından kaleme alınan “Aridaeus’un Vizyonu”nda bir gemiye yapılmış uzay yolculuğundan açıkça bahsedilir.

İncil’in saklanan bölümlerinden biri olan İdris’in Kitabı’nda da uzayda yolculukla ilgili anlatımlar bulunmaktadır. İdris Peygamber, dünyadaki hizmeti bittikten sonra ateşten bir arabaya bindiler ve çok yükseklere çıkarılır: “ Ve beni yıldızların yöneticilerinin önüne çıkardılar…bunların koydukları kanunlar yıldızların gelişiminin öğretimini içeriyordu.” 72. - 82. bölümlerde güneş ve ayın yörüngeleri, yıldızlar ve gökyüzünün işlevleri hakkında şaşırtıcı derecede doğru ayrıntılar verilmektedir.

Kuran’da ise Allah’ın İbrahim Peygambere Burak isimli özel bir hava taşıtı tahsis ettiği yazar: “Allah, Muhammed’in Burak’ını o zamanlar İbrahim peygambere de vermişti. İbrahim Peygamber Burak’a biner ve bulunduğu yerden 35 günlük mesafedeki Mekke’ye bir gecede giderdi.” (96:1/166). Muhammed, Burak’tan şöyle bahseder: “Burak güneş gibi bir ışıkla parlıyordu. İki yanında iki kanadı vardı, dileyince havada kanatları ile uçup gidiyordu; bir rüzgar gibiydi.” Diğer bir ayette Muhammed, Burak ile Mekke’den Kudüs’e gelişinden ve dünya dışı bir seyahatten söz eder: “Ta Kudüs’e geldik. Orada gökten meleklerin indiğini gördüm. Beni karşıladılar! Ansızın bir merdiven gördüm. Bir ucu bir büyük taşta idi, bir ucu da gökyüzüne uzanıyordu. İki tarafında direkleri ve ortasında basamakları vardı. O merdiven meleklerin yolu idi.” Muhammed’in Tanrının bulunduğu arşa çıkarken gördükleri ise oldukça anlamlıdır: “Sonra İsrafil ile birlikte büyük ve karanlık bir denize vardık. İçerisinde sayılamayacak kadar çok melek vardı. Bunlar hiç hareket etmeden bekliyorlardı. ‘Ey İsrafil, bu deniz ve melekler kim’, diye sordum. Bana Cebrail cevap verdi: ‘Onlar yer ve gök mahlukatının çoğunu oluşturan meleklerdir’…Birbirinden ayrı bu meleklerin genişliği 70.000 senelik mesafedeydi.” Buradaki deniz tabirinin uzay için kullanıldığı, meleklerin ise yıldızlar olduğu düşünülmektedir.

 

Günümüzde İdris Peygamberin kitabı olarak tanınan yazılı belgelerin bir bölümünde ise şu ifadeler yer almaktadır: “Sonra dünyanın sınırına götürüldüm ve orada harikalar gördüm…Ve beni ta göklere kaldırdılar. Ateş gibi sımsıcak ve buz gibi soğuktu. Işık saçan cisimlerin yerlerini gördüm. Ve büyük bir karanlığa vardım. Derin bir uçurum gibiydi.” İdris Peygamber burada açıkça atmosferin katmanlarından, yıldızlardan ve uzaydan bahsetmektedir.

KUR’ANDAN AYETLER:

 

  • “Gökleri, yeryüzünü ve bunlar içinde üretip yaydığı canlıları yaratması da Onun varlığının ve yüceliğinin delillerindendir.” (Şûra Suresi, 42/29)

     

     

  • “Göklerde ve yeryüzünde olan canlılar ve melekler, onlar hepsi de büyüklük göstermeden Allah’a secde ederler.” (Nahl Suresi, 16/49)

     

  • “Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa hepsi Ona aittir.” (Enbiya Suresi, 21/19)

     

     

  • “ Görmedin mi ; göklerde olan herkes ve her şey ve yeryüzünde bulunan herkes ve her şey ; güneş, ay, yıldızlar , dağlar, bitkiler , hayvanlar ve pek çok insan gerçekten Allah’a secde ediyorlar . İnsanlardan çoğu da vardır ki onlara azap hak olmuştur ..” ( Hacc, 22/18 )

     

  • "Göklerde ve yeryüzünde bulunanlarla, kanatlarını açıp çırparak uçan kuşların hep Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Onların hepsi kendi dua ve tesbihini bilmektedir. Allah da hepsinin yaptıklarını bilir.”" ( Nur, 24/41 )

     

  • “ Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa hepsi Ona aittir. Onun yanında bulunanlar ise Ona ibadetten büyüklük taslayıp geri durmazlar ve yorulmazlar da.” ( Enbiya ,21/19 )

     

     

  • “ Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa onlar da gölgeleri de sabah, akşam ister istemez Allah’a secde ederler” ( Ra’d, 13/15 )

     

  • “ Sura üfürüleceği gün, Allah’ın diledikleri müstesna , göklerde kimler var , yer yüzünde kimler varsa dehşetle korkarlar ve hepsi de boynu bükük ve zelil olarak Ona gelirler” ( Neml ,27/87 )

     

  • “ Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa hepsi Ondan ister . O ( Allah ) her gün ( her an ) bir yaratma işindedir” ( Rahman, 55/29 )

     

     

  • “ Göklerde ve yeryüzünde olan canlılar ve melekler , onlar hepsi de büyüklük göstermeden Allah’a secde ederler” ( Nahl, 16/49 )

     

  • “ Gökleri, yeryüzünü ve bunlar içine üretip yaydığı canlıları yaratması da Onun ( varlığının ve yüceliğinin ) delillerindendir. O , dilediği zaman bunların hepsini bir araya toplamaya da güç yetirir.” ( Şura, 42/29 )
  •  
  • KUTSAL METİNLER - HEZEKİEL'İN TEKERLEĞİ

    Bu konuda en eski ve en bilinen kayıtlardan biri, İncil’de yer alan ve “Hezekiel’in Tekerleği” diye anılan hikayedir. 1611 King James İncil’inde, Peygamber 30’lu yaşlarında (M.Ö. 593) -kendi deyimiyle-Tanrının suretini gördüğü anı şöyle anlatır:

    "

    Baktığımda gördüm ki kuzeyden gelen şiddetli bir rüzgar vardı, kocaman bir bulut ve onu çevreleyen bir ateş, ateşin kenarlarında da bir parlaklık vardı. Tam ortasından insana benzer dört canlı varlık çıktı. Ve görünüşleri şöyle idi: Onlarda insana benzerlik vardı. Ve her birinin dört yüzü vardı, ve her birinin dört kanadı vardı. Ayakları düzdü; tabanları bir buzağının tabanları gibiydi ve cilalı tunç gibi parıldamaktaydılar…"

    Bu canlı yaratıkların görünüşü tıpkı meşaleler gibi yanan kömür ateşlerine benziyordu: canlı yaratıkların üstünde bir aşağı bir yukarı gidiyordu, ateş parlaktı ve şimşekler saçıyordu… "

    Canlı yaratıklara baktığımda hemen yanlarında, yerin üstünde tam dört yüzü olan bir tekerlek gördüm. Tekerleklerin ve yapılarının görünüşü zümrüt rengindeydi; ve dördü de birbirinin aynıydı; tıpkı tekerlek içinde tekerleğe benziyorlardı. İlerlediklerinde dört bir yana birden gidiyorlardı. Dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerleklerin çemberleri o kadar yüksekti ki korkunç görünüyorlardı; ve dört çember de çepeçevre gözlerle kaplıydı. Canlı yaratıklar ilerlediklerinde tekerlekler de onlarla birlikte gidiyordu; canlı yaratıklar yerden yükseldiklerinde tekerlekler de yükseliyordu. "

    Eski Ahit’in başlangıç bölümünde Hezekiel’in ismiyle anılan bölümdeki tasvirler böylece sürüp gidiyor. Peygamberin anlattığına göre, canlı yaratıklar birlikte hareket ediyorlardı ve tam ortalarından “tıpkı bir aşağı bir yukarı hareket eden meşaleler gibi, yanan kömür ateşlerine benzeyen” bir şey çıkıyordu. Hezekiel bu manzarayı “Tanrının görkemine benzer bir şey” olarak yorumlamıştı. Ancak tasvirindeki ayrıntılar başka bir yaşama ait bilgilerin ipuçlarını açıkça veriyordu…

     

    Bu resmin adı "Meryem ve Aziz Giovannino", 15 y.yıla ait bu tablonun ressamı Domenico Ghirlondaio. Palazzo Vecchio'da asılı olan tablo "Loeser Koleksiyonu" nun bir parçasıdır. Resimde Meryem'in sağ omuzunun üstünde disk şeklinde bir nesne görülüyor. (Yakın planı altta)



    ÇİN VE TİBET

    UFO Fenomeninin tarihsel boyutunu araştırırken karşımıza çıkan bir diğer büyük ve gizemli uygarlık da Tibet’tir. Uzakdoğu’da çok eski bir geçmişe sahip olan Tibet, UFO fenomeninin önemli bir parçasıdır. Okültizmin (gizemcilik) doğduğu yer olarak kabul edilen Tibet, UFO fenomeni ve okültizm arasındaki güçlü bağ dolayısıyla UFO bilgisini çağrıştırmaktadır.

    Eski Tibetliler, başka bir gezegenden kozmik kültür taşıyıcıların ilkel insanın gelişimini hızlandırmak amacıyla dünyamıza geldiğine inanmaktaydılar. Güney Tibet’in ezoterik kitabı Dzyan Kitabı’nda şu satırlara rastlanır: “Dünya dedi ki: parlak yüzün kralı, evim boş, oğullarını bu dünyaya gönder…Ve küreler arası uzayı karanlık bürüdü, iki dünya parlaklaştı…Gözeticiler yanıp sönen bir alev gibi uzaklıkları geçerek işlerine başladılar…Ve yılanlar yeniden yeryüzüne inerek eğittiler ve öğrettiler…”

    Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde de uçan araçlar ve göksel cihazlardan söz edilmektedir. Tibetliler iki büyük kutsal kitabı Tantjua ve Kantjua, tarih öncesi uçan araçlardan bahseden bir çok metin içermektedir; Tibetliler bunları “göğün incileri” diye adlandırırlar. 225 ciltlik Tantjua’da, Tanrılara ait uçan gemilerin bin kadar yolcu aldığından söz edilmektedir. Diğer kutsal kitap olan Kantjua’da ise Tanrıların içi görünen kürelerde oturduklarından bahsedilir.

    Tibet’le aynı bölgede bulunan Çin’in Taoist efsanelerinde de sık sık göklerde uçan ölümsüzlerden bahsederler. Xian adlı araçları yöneten ölümsüzlerin ilahi güçleri vardır. “Fei tian” yani “uçan ölümsüzler”e Çin mitolojisinin sayısız yerinde rastlanır. Ayrıca ikinci yüzyılda yazılmış pek çok şiirde uçan dragonların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilmektedir

    HİNT VE TİBET - Mahabharata

    Hindistan’ın ulusal destanı Mahabharata “İinsanlığın Öyküsü” anlamına gelir ve hem çok uzak geçmişte kaybolmuş olan bu uygarlığı anlatmakta hem de çok büyük bir savaştan bahsetmektedir. Destanda anlatılan dev savaş, öncelikle klanlar arası bir çatışma gibi görünse de aslında tüm gezegenin egemenliği yolunda bir kavgadır, ama sonunda öyle bir savaş başlar ki tüm evren yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de Tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi). Mahabharata zeki canlılar arasında bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır.

    RAMAYANA

    Mahabharata’nın bölümlerinden biri olan Ramayana’da, dünyalı kız Sita’nın güçlü prens Ravan tarafından kaçırılışı anlatılır. Olayın anlatımı oldukça dikkat çekicidir: “…Güçlü silahlara sahip Raksha zavallı ve çaresiz kadını kaldırdı. Onu göklere ait, hızla kanatlanan, altın parlaklığındaki arabasına oturttu…Araba tepelerin ve ormanlık vadinin üstünden gökyüzüne doğru havalandı.”

    Bu olayın ardından Ravan’la savaşmaya hazırlanan Rama, İndra’dan Tanrısal bir araba ödünç alır. “Güneşe benzeyen Puspaka arabası Tanrı Ravan tarafından getirilmişti ve istenen her yere gidiyordu. Gökte parlayan bir yıldıza benzeyen bu araba Lanka şehrinde bulunuyordu. Çok büyüktü, iki katlıydı ve birçok odası vardı. Havada uçarken kulağa hoş gelen bir ses çıkarıyordu.” Savaşın sonunda Ravan yenilgiye uğrar, Sita kurtulur ve destanın kahramanı onu havalanan bir araba ile evine götürür: “Bulutsuz gökyüzüne yelken açan Rama’nın Puspaka arabası geldi ve yeryüzüne indi.”

    VİMANALAR

    Bilinen en eski Hindu metinleri olan antik Hindu şiirleri Veda’lar, Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tasvirlerle doludur. Destanlara göre vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler ve kubbelerinde bir giriş tüneli vardır; yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. İnanılmaz süratte ve manevralarla uçarlar ve uçarken melodik bir ses çıkarırlar. Çeşitli tiplerde vimanalar vardır; bazıları tabak şeklinde bazıları ise uzun silindir şeklindedir. “Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar” olarak tasvir edilirler.

    Mahabharata’nın bir bölümü olan Dronaparva’da ve Ramayana’da küre şeklinde bir vimanadan söz edilir. Bu vimana inanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir; her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani ve çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup yine aynı hızla ters yöne gidebilir.

    Vimanaların yapısı akla UFO’ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir. Yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Uçan daire araştırmalarını derinleştiren uzmanlar, çağımızın jet uçaklarından bile üstün olan vimananın gelişmiş bir uzay gemisi, bir uçan daire olabileceğinden hiçbir şüphe yoktur.

    Bu Tasvirler Neyin Tasviridir? :

    “Salva’nın uçan aracı çok gizemliydi; gökte bazen görünüyor, bazen kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı. Yadu Hanedanı’nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde bazen gökte beliriyor, sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu.”
    Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna

    “Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu.” –
    Mahavira, Bhavabhuti

    (8.yüzyıldan kalma bir Jain yazması)

     
 

Haftanın Videosu

" everen " Copyright © 2009-2020 Tüm Hakları Saklıdır. | everen

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol